Selçuk ASLAN
this site the web

‘Bıraktınız bizi bu yaban ellerde’

‘Bıraktınız bizi bu yaban ellerde’


Merhaba Rumeli - 5 / Devrim Sevimay

Struga’daki Türklerin üzüntüsü göçüp giden Türkler... Gülistan-İsmail Hakkı Akansu çifti üzüntülü olmanın haricinde çok da öfkeliMimarlık mezunu oğulları 10 yıl aramış, Arnavut da Makedon da iş vermeyince şimdi İtalya’da sıvacılık yapıyormuş, “Bıraktınız gittiniz bizi bu yaban ellerde, kaldık buralarda bir başımıza” diyorlardı

Bütün hayat göle göre ayarlanmış

OHRİ (OHRİD)“Kako Struga nema druga” (Struga gibisi yoktur) diyenlere hak verir gibi olduk, ama tam da nüfuz edemeden Struga’yı bırakıp Ohri’ye doğru yola çıktık. “Ohri demek göl demektir” cümlesini biliyorduk giderken; gidince bunu daha iyi anladık. Burada bütün hayat göle göre ayarlanmış. Romalıların amfi tiyatrosu göle karşı yapılmış, Safranbolu tipi evlerinin penceresi göle açılıyor, çanlar gölün üzerinde çalıyor, Aziz Kliment’in heykeli göle bakıyor, Shopsko birası veya Jolte rakısı en güzel gölün yanında içiliyor. Göle sırtını dönen bir tek kaleye çıkan dik yokuş, ki o da yine gölü daha iyi görebilmek için.Biz de kaleye çıktığımızda tabii ki önce manzaraya baktık. Bir an Amasra’nın küçük limanından ufka bakıyoruz gibi geldi, ama sonra inişe geçtiğimizde daha muhteşem bir fotoğraf karesini fark ettik: Ohri ve üzerinde 13’üncü yüzyıldan kalma Sveti Jovan Kaneo Kilisesi. Doğanın marifeti, insanın marifetiyle birleştiğinde sonuç işte böyle bir şey oluyor.‘Yağmurdan Önce’ canlanıyorYalnız bir dakika... Biz bu kareyi daha önce görmüştük... Hatta 1995 Ağustos’unun ilk haftasıydı. Beyoğlu’ndaki bir sinemada... Tabii ya birden hatırladık işte; burası “Yağmurdan Önce” filminin çekildiği yer. Hani Arnavutkızı Zamira, onu saklayan rahip Kiril, Makedon fotoğrafçı Alexander... Makedonya’yı gezdikçe, hikâyeleri dinledikçe anladık ki “Yağmurdan Önce” ne hakiki bir filmmiş.Ve ah şu karşımızdaki manzara...

Org. Başbuğ hangi mesajı verdi?Ohri’deki dükkânında sohbet ederken “Sanki Coca Cola’nın sırrı gibi” diyoruz Makedon Kliment Talevi’ye, “Aynen” diyor Talevi.Peki bu sır incinin neresinde saklı, hangi aşamasında? Biz inci çıkarmıyoruz, yapıyoruz. Sıcak denizlerden getirttiğimiz sedefi sıvı bir maddeyle kaplıyoruz. Bu sıvı maddeyi kürdanın ucuna taktığımız sedefe 45 dakikada bir tam yedi kez sürüyoruz. Kürdanları İstanbul’dan getirtiyoruz. Sıvıyı da iz bırakmaması için sincap ve atkuyruğunun kıllarından yapılmış fırçayla sürüyoruz. Her şey tamamen el işi ve organik. Sır olan şey ise o sürdüğümüz sıvı madde. İçinde eritilmiş gümüş balığının pulları var, ama verebileceğim bilgiler burada bitiyor. Bundan sonrasını bir ben, bir de oğlum biliyoruz.

Sizin en ünlü Türk müşteriniz kim? (Bir şey dürttü sorduk ve iyi ki sormuşuz, bakın ne yanıt geldi.)

Türk ordusunun Genelkurmay Başkanı.

Kim dediniz?

İlker Başbuğ.

Nasıl yani?

Tabii, iki ay önce Makedonya’yı ziyaret ettiklerinde buraya da geldiler. Ben kendilerine “Müsaade edecek misiniz size bir soru sorayım” dedim. Büyükelçilikten biri benim sözlerimi tercüme etti.

Gözlerime baktı, demiş ki “Ne sorarsa sorsun, ben ona cevap veririm.”

Ben de “Biz” dedim, “Sayın General, biz küçük bir devletiz. Bizim sınırlarımızın etrafında bize dost olmayan ülkelerle sınırlanıyoruz. İşte Yunanlılar bizi yok etmek istiyor. Bulgarlar istiyor bizi işgal etsin. Sırplar bizim kilisemizi tanımıyor. Arnavutluk istiyor, bizim ülkemizi alsın. Askeri olarak bizi koruyacak kim var?

” Ne yanıt geldi?

“Bir düşman kurşunu patlasa 24 saat içinde biz buraya gelir, seninle burada kahvemizi beraber içeriz.”

İşte benim kalbim o an birden şey yaptı. Türkler gerçekten çok büyük insanlar. Çok şerefli insanlar. Türkleri gerçekten çok seviyorum.

(İşin içine tercümenin ve heyecanın girdiği her alıntıya dikkat etmek lazım, ama inci ustasının bunları anlatırken gözlerinin nasıl parladığını bir görseniz, “Doğru anlamışsa ne çıkar, anlamamışsa ne çıkar” diyesiniz gelir.)

Ne harikulade...Dünyanın en yaşlı göllerinden Ohri... Bir ucu Arnavutluk’ta, etrafı Galicica, Yablaniça, Karaorman dağlarıyla kaplı Ohri... Makedonya’nın incisi Ohri...İnci demişken var mısınız gerçek bir inci hikâyesi dinlemeye:Bu sırrı kızına bile söyleme!20 Aralık 1964. Hava soğuk, her yer kar. Vane Talevi hasta yatağında, ölümün yaklaştığını hissetmiş, yanına oğlunu çağırtmıştır. Hemen gelir oğlu. Odada bir tek ikisi vardır. Güçlükle konuşan baba Talevi, “Yaklaş Kliment, sana 40 yıllık sırrımı vereceğim” der. Kliment merakla eğilir babasına doğru ve birden kulağında bir fısıltı duyar. Sonra, “Şimdi sen de kulağıma eğilip üç kez tekrar et” der babası; “Ezberlemen lazım...” “Yazsam?” diye soracak olur Kliment, ama hemen “Hayırrr” diye karşı çıkar hasta babası. “Bu verdiğim sırrı hayatın boyunca hiçbir yere yazmayacaksın. Kimseye söylemeyeceksin. Bir tek zamanı geldiğinde sen de kendi oğluna vereceksin, ama kızına dahi bahsetmeyeceksin.”Vane Talevi bir hafta sonra ölür. Artık inci atölyesinin başında Kliment Talevi vardır. Kliment’in zihninde de incilerin sırrı... Dünyada bu sırrı bilen ikinci bir aile daha bulunmaktadır, ancak işin asıl sahibi Talevilerdir ve bunun başka bir soyadıyla anılmaması ailenin şeref meselesidir. Burada herkes Ohrili...İnci dükkânından çıktığımızda artık akşam olmak üzereydi. Yorgunduk, biraz oturmak ve doğrusu sadece oturmak istiyorduk. Ohri’yi bilenlerin tahmin edeceği üzere hemen Ulu Çınar’ın altına gittik. 900 yaşında bir çınar. Onun altında öylece etrafa bakınırken birdenAnkara’daki Kuğulu Park’tayız gibi geldi bize.Gerçi çevremizde hiç Türk yoktu, ama bu zaten Ohri’de çok da önemli değildi. Ohri’yle aramızda evvel zamandan gelen bir tanışıklık var gibiydi. İnsanlarının yüzüne bakınca bile hissettik bunu. Buradaki kimse ne tam Makedon ne Arnavut ne Türk ne Sırp. Buradakiler sadece Ohrili. Ve sanki biz de...Sonunda oturduğumuz banktan kalkıp tekrar meydana geldiğimizde artık her yer bir festival alanına dönmüştü. Temmuz’dan ağustos sonuna kadar her akşam böyleymiş. Folklor ekipleri, çocuk oyunları, yürür gezer korolar, sokak tiyatrosu... Gece geç saatlere kadar herkes banklarda, caddelerde, kaldırımlarda. Sonra sabah kalktığımızda da baktık: Yaşı 50-60’ın üzerindeki bütün çiftler yürüyüşte.Velhasıl, Ohri anlatıldığı kadar güzeldi!

İşte Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın adının yazılı olduğu kütük.

NOT DEFTERİ- Ohri Gölü’nün uzunluğu 30, genişliği 15 kilometre, derinliği 286 metre. Avrupa’nın en derin, en eski tektonik göllerinden biri. Bir de dünyanın en berrak dört gölü arasında.- Ohri’nin sakinleri Makedonya tarihi gibi. Sırasıyla: İliryalılar. Antik Makedonlar. Romalılar. Bizanslılar. Sırplar. Osmanlı. Sonra yine Sırplar. Bulgarlar. Eski Yugoslavya. Sonunda Bağımsız Makedonya.- Rivayete göre Çar Samuil döneminde Ohri Gölü kıyısında yılda kaç gün varsa o kadar kilise yapılmış. Dolayısıyla Ohri’de toplam 365 kilise varmış. Halen UNESCOkoruması altındaki Ohri’de kaç kilise var derseniz, 40. Kaç Osmanlı camisi var derseniz de, sekiz.- Ohri Slavların Kudüs’ü; dini açıdan burayı paylaşamıyorlar. Aynı zamanda Aziz Kiril ve Metodiy’nin Kiril alfabesini bulduğu yer.- Ohri incisi 2001’de Brüksel’de altın madalyaalmış. Gümüş madalya da Doğu Makedonya’daki koyun peynirine verilmiş.- Ohri Gölü’nün asıl sırrı Prespa Gölü. Ohri’den yaklaşık 150 metre daha yüksekte olan gölün suları doğal yeraltı kanalları aracılığıyla Ohri Gölü’ne akıyor ve onu hep diri tutuyor.

STRUGAKalkandelen’den Struga’ya doğru inerken yol iyice güzelleşti. Hem çok canlı bir yeşil hem de o yeşilin çok özel kokusu... Hızla çarpan bir oksijen gibi değil de, daha yumuşak, sanki içinde çiçeklerin, çimenlerin, kelebeklerin uçuştuğu aromalı bir koku.Kim bilir belki o sırada rüzgâr doğru yerden esiyordu veya belki tıpkı Boğaz’da yosun, midye kokusunu duymak için akıntıya karşı yürümek gerektiği gibi biz de şimdi kokuların akıntısına ters istikametteydik ve bu yüzden bu kadar yoğun duyabiliyorduk; sebep her neyse, aracın camları sonuna kadar açık, yüzümüzü dalların arasından bir görünüp bir kaybolan güneşin ışığına vermiş harika bir yolculuk yapıyorduk.Akıtmaya 10 üzerinden 7Yani adeta “Something’s Gotta Give”in beşinci parçasına klip çeker gibi bir haldeydik ki birden bir koku daha aldı burnumuz. Sıcak bir koku! Hemen fren, anında araçtan iniş, toplanmış kalabalığı yarma harekâtı ve o da ne: Akıtma! Yumurta, süt ve unun çırpılıp kızgın tavaya “akıtılması”yla yapılan ayaküstü bir atıştırmalık.O kadar yeşil banyosundan sonra karşılaştığımız bu mevzuu tabii bize hayli enteresan geldi ve kendisini hemen incelemeye aldık. Sonuç, 10 üzerinden yedi. Ama bir de yanına ayran açayım derseniz o biraz sürprizli. Kıvamı yoğun, tuzsuz... “Bozulmuş mu ne?” dedirtiyor. Oysa Tikveş’e de öyle yakınız ki... Şarapları ve yoğurduyla ünlü Tikveş’e... Hani Türkiye’ye göç ettikleri 1943’ten beri yoğurduna, ayranına alıştığımız Tikveş...Tabii bizim şimdi ne Tikveş’i görecek halimiz var ne Gostivar’a sapacak ne de Debre’ye (Debar) girecek. Gerçi Debre’nin Kocacık köyünde Atatürk’ün babasının evine gitsek, Hasan’ı arasak, martini niye attın be bre Hasan desek... Çok isterdik, ama yolu asfaltlanıyormuş, geç kalırmışız. Nereye geç kalırmışız? Başta yazmıştık, Struga’ya. Bugün hem Struga’yı gezeceğiz hem de Ohri’yi.Akıtma ve kokular geride, biz önde, iki saat sonra Struga’ya girdik. Girer girmez de “Oh dünya varmış, sonunda deniz gördük” dedik. Tabii hemen etrafımızdakiler “Ne denizi?” dediler, “Makedonya’nın dört tarafı karayla kaplı.” “Peki doktor bu ne?” diyecek olduk, “O Ohri Gölü” yanıtını verdiler. İyi de Ohri’ye gelmeye daha kaç kilometre var, ama burası resmen Ahırkapı açıkları gibi.Makedonya’nın yazlığıAnlayacağınız o kadar büyük Ohri Gölü. Daha görmeden kendisinden bahsettiriyor. Ama Struga da alınmasın, biz şimdi yine ona dönelim. Struga’nın verdiği ilk hava biraz bizim Anadoluhisarı, biraz da Florya sahili... İnsanları yavaş, sakin, şortlu ve daha fazla incik boncuklu... Tatilde gibiler, ki çoğu da öyle zaten. Burası Makedonya’nın yazlığı.Struga’da suyun gürül gürül sesini izlerseniz sizi götüreceği yer Kara Drim Irmağı’nın doğduğu noktadır. Şimdi belki bir ormanın içinde, yükseklerde bir pınarın başına vardığımızı düşüneceksiniz, ama biz hâlâ Ohri Gölü’nün dibindeyiz. Çünkü dünyadaki milyonlarca ırmağın aksine Kara Drim bir dağda doğup bir göle akmıyor, tam tersine Ohri Gölü’nden doğup, sonra Struga’nın içinden geçip, Adriyatik’te son buluyor.Denk gelirseniz üzerinde kuğuların yüzdüğü, pırıl pırıl bir su Kara Drim. Etrafında sağlı sollu lokantalar var. Onlardan biri Tac Mahal. Sahibi Abdülhalik Bey, Türk ve yedi kuşaktır Struga’da yaşıyor. Yemekleri Türk usulü. En meşhuru kaşarlı kebap (yani köfte) ızgara. Abdülhalik Bey’in keyfi yerinde, işleri iyi, tek üzüntüsü göçüp giden Türkler. “Çok az kaldık Struga’da” diyor.Benzer bir yakınmayı Kara Drim’deki birinci köprünün başında takı, tişört, çanta vs. satan Gülistan-İsmail Hakkı Akansu çiftinden de duyduk. Onlar üzüntülü olmanın haricinde bir de çok öfkeliler. Oğulları mimarlık mezunuymuş. 10 yıl iş aramış. Ama Arnavut da Makedon da iş vermeyince şimdi İtalya’da sıvacılık yapıyormuş. “Gâvur iş vermez, Arnavut hiç vermez. Türkleri istemezler” diyorlar.Biz tam anadilde eğitimi falanı filanı soracak olduk, hemen sözümüzü kestiler: “Kimse kendinden olmayanı hak etse bile işe almıyor, milliyetine bakıyor. Benim çocuğum gözünü akıtmış okumuş, yine de almadılar. O kalem tutan elleriyle şimdi sıva yapıyor yavrum.” En son yanlarından ayrılırken hâlâ öfkeyle söyleniyorlardı; “Bıraktınız gittiniz bizi bu yaban ellerde, kaldık buralarda bir başımıza ...”Dağlarca’yı parkta bulduk! Doğrusu Makedonya’da duyduğumuz hemen her söz bize Türkiye’de bıraktığımız gündemi hatırlatıyordu. Dolayısıyla Akansu çiftinin öfkesini de kulağımıza küpe edip Struga’nın ünlü parkına girdik. Bir oyun oynayacaktık burada. Fazıl Hüsnü Dağlarca’yı bulma oyunu.Şöyle anlatalım: 1962’den beridir her ağustosun üçüncü haftasında Kara Drim’deki köprüde Şiir Akşamları Festivali düzenleniyor. Dünyanın dört bir tarafından gelen şairler ay ışığının altında ve köprünün üzerinde kendi dillerinde şiirlerini okuyor. Sonra da o şairlerden birine Altın Çelenk Ödülü verilip, adının yazılı olduğu bir kütük bu parktaki ağaçların altına çakılıyor.Biz o şiir akşamlarını kaçırdık, ama hiç değilse 1974’teki festivale katılan Fazıl Hüsnü Dağlarca’yı bu parkta bulalım dedik. Her ağacın altına baktık, fakat bir türlü bulamadık. Yanımızda Makedonca bilen biri olmasa daha da bulamazdık, çünkü sağ olsunlar, Kiril alfabesiyle yazmışlar üstadın adını.

0 yorum:

Yorum Gönder

 

Selçuk ASLAN

Gençlik ve Doğa Gönüllüsü / Makine Mühendisi

İletişim